Son günlerde Türkiye’de yaşanan gözaltı ve tutuklama kararları, hukukun üstünlüğü ve adalet anlayışı üzerine derin tartışmalara sebep oldu. Bugün Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanması, bu tartışmaların en somut örneği olarak hafızalara kazındı. Ancak bu mesele, yalnızca Ekrem İmamoğlu ya da herhangi bir isim üzerinden değerlendirilemeyecek kadar geniş ve köklü bir sorunun yansımasıdır. Suçlu varsa tabi ki ifadesi alınacaktır, tabi ki gözaltı olabilir, tabi ki ceza verilebilir. Zaten olay biri veya birilerine verilen ceza da değil. Baktığımız taraf siyasi değil, A partisi, B partisi hiç değil.
Burada mesele, Ahmet ya da Mehmet meselesi de değildir. Mesele, hakkın, hukukun ve adaletin bu topraklarda yeniden filizlenmesidir. Adalet, yalnızca mahkeme salonlarında değil; sokakta, evde, işte ve yaşamın her anında hissedilmelidir. İnsanlar, düşüncelerini özgürce ifade edebilmeli, haklarını savunabilmeli ve görüşlerini medeni bir şekilde dile getirebilmelidir.
Ne yazık ki, son yıllarda sokaklarda, meydanlarda hak arayan vatandaşlarımızın karşısında polisle, TOMA’larla ve şiddetle karşılık veren bir zihniyetin varlığı, adaletin yerini baskıya bırakmasına neden olmuştur. Öğrenciler, yaşlılar, kadınlar ve çocuklar; demokratik haklarını kullanırken orantısız müdahalelere maruz kalmaktadır. Sindirilmektedir. Oysa sokakta sesini duyurmak, itiraz etmek ve taleplerini dile getirmek, bir suç değil; demokratik hakkın bir yansımasıdır.
Unutulmamalıdır ki ifade özgürlüğü, insanlık onurunun temel taşlarından biridir. Bu özgürlük; bireylerin, toplumun ve devletin sağlıklı bir şekilde işlemesinin garantisidir. Bir kişinin düşüncelerini açıklaması, bir başkasının hakkını gasp etmediği sürece, en doğal hakkıdır. Bu hak, anayasa ve uluslararası sözleşmelerle güvence altına alınmıştır ve hiçbir gerekçeyle ortadan kaldırılamaz.
Adaletin olmadığı yerde güvensizlik, korku ve umutsuzluk hüküm sürer. Oysa adil bir düzenin teminatı, yurttaşların devlete ve yargıya olan inancıdır. Adalet, bir gün herkese lazım olacak en kutsal değerdir. İşte bu yüzden, bugün yaşananlar karşısında sessiz kalmak, yalnızca bireysel haklarımızı değil, toplumsal huzurumuzu da tehlikeye atar.
“Ne mutlu Türküm diyene” sözü, yalnızca bir etnik kimliği değil; bu topraklarda yaşayan herkesin eşit, özgür ve onurlu bir yaşam hakkına sahip olduğunu vurgular. Bu mutluluk, ancak adaletin ve özgürlüğün yeşerdiği bir ülkede anlam kazanır. Hak, hukuk ve adaletin yeniden filizlenmesi için sesimizi yükseltmek, yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir insanlık görevidir.
Bunu en güzel anlatan sözlerden biri, Mustafa Kemal Atatürk’e ait şu sözdür:
“Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir.”
Atatürk, bu sözüyle milletin iradesinin her türlü gücün üzerinde olduğunu vurgulamıştır. Cumhuriyetin ilanıyla birlikte, halkın kendi kaderini tayin etme hakkı ön plana çıkarılmış ve adaletin temel dayanağı olarak milletin iradesi esas alınmıştır. Atatürk, hukukun üstünlüğü ve adaletin korunması için bağımsız yargının ve demokratik kurumların önemine her zaman dikkat çekmiştir.
Bir anekdotta anlatıldığı üzere, Atatürk bir konuşmasında şöyle demiştir:
“Adalet kuvveti bağımsız olmayan bir milletin, devlet halinde varlığı kabul olunamaz.”
Bu söz, Atatürk’ün adaleti yalnızca mahkemelerde değil, toplumun her alanında yaşatılması gereken temel bir değer olarak gördüğünü göstermektedir.
Bu günlerde bir kez daha hatırlıyoruz ki demokrasi; cesaretle, dayanışmayla ve adalet talebiyle güçlenir. Hukukun üstünlüğünü savunmak, kişisel çıkarların veya siyasi hesapların ötesinde, insanlık onuruna sahip çıkmaktır.
Ne mutlu ki adalet için mücadele eden, özgürlükleri savunan ve yarının daha aydınlık olacağına inanan insanlarımız var.
Ne mutlu Türküm diyene!